Sidretü'l Münteha

Kur’an’da Necm (Yıldız) Suresi 14. Ayette geçen ve “Son Sidre” anlamına gelen tamlamadır. Sidr Arapça ağaç demektir. Sidre “Arabistan Kirazı” olarak da adlandırılan, Arabistan’da yetişen ve meyvesi Trabzon hurmasına benzeyen kiraz ağaçlarının adıdır. Münteha son, nihayete eriş anlamındadır. O dönemlerde Araplar bu ağacı sınır çizmek için kullanılırlar.
“Sidretü’l-müntehâ” tamlaması için yapılan yorumlar çeşitlidir. Bir görüşe göre Hz. Muhammet’in Allah’la görüşmesinde ona eşlik eden Cebrail meleğinin, peygamberi bıraktığı son noktayı ifade eder. Cebrail bu ağaçta durur, Hz. Muhammet ayrılır ve ilerleyerek Allah’a yükselir. Bu noktadan sonrası bilinmemektedir. Ağaç, yalnızca Allah’ın takdiriyle peygamberin erişebileceği ilahi bilginin başladığı noktadır.
26 Ayetten oluşan Necm Suresinde bu ağaçtan şöyle bahsedilir;
﴾1-2﴿ Kayıp giden yıldıza andolsun ki bu arkadaşınız ne sapıtmış ne de eğri yola gitmiştir.
﴾3﴿ Kişisel arzularına göre de konuşmamaktadır.
﴾4﴿ O (size okuduğu), kendisine indirilmiş vahiyden başka bir şey değildir.
﴾5-7﴿ Ona, (Kur’an’ı) çok güçlü, üstün niteliklerle donatılmış biri (Cebrail) öğretti. O, ufkun en yüce noktasındayken asıl şekliyle göründü.
﴾8﴿ Sonra yaklaştıkça yaklaştı.
﴾9﴿ Öyle ki, iki yay kadar hatta daha yakın oldu.
﴾10﴿ Böylece Allah, kuluna vahyini iletti.
﴾11﴿ Gözün gördüğünü kalp yalanlamadı.
﴾12﴿ Şimdi siz şüpheye düşüp gördükleri hakkında onunla tartışmaya mı kalkışıyorsunuz?
﴾13﴿ Andolsun ki, o, Cebrail’i bir başka inişte daha (asli suretiyle) görmüştü.
﴾14﴿ Sidretü’l-müntehânın yanında.
﴾15﴿ Ki onun yanında huzur içinde kalınacak cennet vardır.
Bir başka görüş bu tamlamanın, dünya üzerinde bulunan somut bir ağacı ifade ettiği yönündedir. Bu inanışa göre bahsedilen ağaç, Cebrail’in Hz. Muhammed’e göründüğü esnada çevrede bulunan Arap kirazlarından biridir. Bu sebeple surede Hz. Muhammet’in Cebrail ile görüşmelerinden şüpheye düşen müşriklere peygamberin, meleği başka bir inişte (vahiyde) de bu ağacın yanında gördüğü hatırlatılmaktadır.
Bir diğer görüş ise ağacın beşerî bilginin sonunu, cennetin doruğunu ifade ettiğidir. Buna göre ağaç, cennetin son noktasıdır. Muhyiddin Arabî’ye göre Hz. Muhammet, Hz. İbrâhim’in makamı olan yedinci semayı geçerek Sidretü’l-müntehâya ulaşmış, sonra burasını da geçip kaderleri yazan kalemlerin çıkardığı sesleri işitecek bir noktaya yükselmiştir.
Sidretü’l-müntehâ, peygamberler ve onlara tâbi olan mutlu insanların amellerinin suretlerinin bulunduğu yerdir, bu suretler kıyamete kadar burada muhafaza edilir. Bu amellerden yansıyan ışıltılar sidreyi bürümüş ve onu göz kamaştıran bir güzelliğe kavuşturmuştur.
İslâmî kaynakların çoğunda cennetten çıkan, dört nehrin bu ağacın altından doğduğu rivayeti yer alır. Bu nehirlerden ikisinin bereketli topraklardan (Mezopotamya) geçen Fırat ve Nil nehirleri olduğu söylenir.
Ayrıca Bakınız:
Nihat Uzun, Karadeniz Teknik Üniversitesi, Tefsir Anabilim Dalı
Mustafa İsmet Uzun, İslam Ansiklopedisi
Diyanet.gov
Zilif, Oruç Aruoba

Zilif, Oruç Aruoba’nın kızı Filiz’e yazdığı bir mektuptur. Yazar intiharı düşündüğü bir gece, o zamanlar daha çocuk olan kızı Filiz’e bir mektup yazar. Daha sonra intiharı gerçekleşmez, mektup Ocak 2002’de çok az sayıda basılır. Zilif, yazarın kızının adı olan “filiz” kelimesinin tersten okunuşudur. Yazar geçtiğimiz yıl hayatını kaybettikten sonra Nisan ayında tekrar basılmıştır. 32 sayfadan oluşur, ancak her sayfada neredeyse bir paragraf yazı bile yoktur, oldukça kısa ve akıcı bir eserdir.
Yazar bir Temmuz akşamında, zorlukla yazıyorum, diye başlar mektubuna. Ellerinin titrediğini ve yazdığı defteri kendisinin yaptığını söyler, bu sebeple yazısının düzensizliğini mazur görmesini dileyecek kadar naiftir.
“Bu dünya pek fazla şey vermedi bana, hoş ben de ona pek bir şey vermedim ya… Ama başlangıçta öyle değildi. Gençliğimde ben de coşkuyla, tutkuyla atılmıştım hayata; Annen’i sevmiş, işimde de başarılı olmak istemiştim. Sonra, biliyorsun, işimi de Annen’i de kaybettim. (Her şeyimi) Peki nasıl oldu da bu hale düştüm? Sana anlatmaya çalışacağım. Umarım anlarsın; çünkü bu anlatacağımı anlayabileceğinden pek emin değilim, çünkü, belki ben de tam olarak anlayamamışımdır ve anlatamıyorumdur…
“Coşku”, “tutku” dedim. Bu duygularla, şunu isteyerek giriştim hayata: Tanınmak. İnsanların, hele, yakınlarımın, beni tanıması, yaptıklarımı görmeleri, ne yaptığımı anlamaları. Bak, sevmesi, saymaları demiyorum; amacım da birçoklarının yaptığı gibi, kendisini şöyle şöyle göstermek, şu şu gibi görünmek, hak etmediği bir sevgi bulmak, layık olmadığı bir saygı görmek değildi. Beni ben olarak tanısınlar, bilsinler istiyordum. Gençtim, dopdoluydum; büyük işlere girişmek, gücümü sınamak, başarıya ulaşmak istiyordum. Bunları yaparken de nasıl bir kişi olduğum ortaya çıksın, gözüksün istiyordum. İşte etrafımdakiler de bu kişiyi, bu “ben”i görsünler, kişiliğimi anlasınlar istedim. Sahici olmak; sahiden anlaşılmak, tanınmaktı istediğim.
Ama beni tanımalarını en çok istediğim kişiler, beni en çok yanlış anlayan kişiler oldular. Bak sakın sen de yanlış anlama: Sızlanıyor değilim, hiçbir şeyden yakınmıyorum. Davacı değilim dünyadan. Bunları yalnız senin için; şimdi, sana, yazıyorum. Başka kimseye söyleyecek sözüm yok.”
Bu metnin bütün yayın hakları Dr. Filiz Ersel’e aittir. Sel Yayıncılık, Oruç Aruoba, 2021, 4.Baskı